Twittera geçtiğimiz günlerde düştüğüm bir nottu: “insan= yap(a)madıklarını özleyen/isteyen, yapabilir hale geldiğinde ise yapmayan!”
Öyle değil midir gerçekten. Bi’ sürü şeyi yapmak isteyip de çeşitli sebeplerle yapamamaktan yakınırız etrafımıza, kendimize. Ama şartlar olgunlaşınca bunca zamandır ağlayıp sızlayan biz değilmişiz gibi yapmayız onu. Çünkü aslında tek derdimiz bir şeylerden şikâyetçi olmak belki de, bilmiyorum.
Son zamanlarda içinde olduğum yoğun çalışma temposu, yapmak istediğim pek çok şeyi ertelememe sebep oldu. Bazen yazmak istediğim şeyleri erteledim ve sonra unuttum. Güya bu yazıyı da “21 Mart Dünya Şiir Günü”ne yetiştirecektim. O da olmadı. Gitmek istediğim sergileri, tiyatroları, konserleri kaçırdım... ama en kötüsü de yeterince okuma yapamamamdı bu sürede. Bu ertelemelerin ve kayıpların telafisi olur mu bilmem ama özellikle okumanın benim için ne kadar hayati bir eylem olduğunu anladım. Çünkü okumak, yazının anasıdır. Beslendiğinden hamile kalır yazın.
Özellikle şiir, hayatımın ritmi ve kılcal damarları gibi kuşatıcı. Geçtiğimiz aylarda bir arkadaşım misafirim olmuştu. Bir yayıneviyle anlaşıp şiirlerini bastıran bir tanıdığının, kendisine hediye ettiği şiir kitabından bahsetti. Şiirden ve yazmaktan konuşurken araya giren kitaba göz attım. Hece vezniyle yazılmış kimi yarım kafiyeli kimi redifli şiirler bizi tebessüm ettirdi.
Sürekli adını duyduğumuz... İçimize başkaları tarafından dikilen kahramanlık anıtları vardır. Yüzünü yakından görmemiş, sesini duymamışızdır. Ama kahramandır içimizde işte... j. Conrad'ın Bay Kurtz'u gibi... Karanlık bir ülkesi vardır aslında o kahramanın, kendi küçük dünyasını kurmuştur. Tıpkı içimizde kurduğu hayranlık dünyası gibi. Başkalarından dinlemek birini, başkalarından etkilenerek yön vermek tanı(ma)dıklarımıza, kendi güçsüzlüğümüzdür aslında. İnanmak için tanımak gerekir. Bir insanı, direncini kırabilecek varlıklar karşısındaki duruşundan tanımak gerek. Çünkü zaaflarımızdan geri kalandır, insanlığımız.
Bu zaaflarımızı düşünürken, yaradılışımızın ardından kaybettiğimiz ya da geliştirmeyi bir türlü beceremediğimiz prensiplerimizi düşünüyorum. Öte yandan bizimle gelişip serpilen şımarıklıklarımızı, egomuzu, bencilliğimizi, hasetliğimizi... Hepsi bende olan şeyler ama sizler de üzerinize alınabilirsiniz. En tamahkar olmayanımız bile, budalaca bir gururla kaybediyor mutedilliğini. Cömert olmuşsa bir anlığına, beceremediğinden midir, saçıp savıyor bir anda. Merhametinden midir, ezilmeyi göze alıyor, fütursuzca. Hamsun'un Budala Aç'ı gibi... Çok gerçek, çok doğru... İnsan vicdanı, ahlaki değerleri kaybetmeye başladığında içeriden bir sızı salgılıyor. Bir daha yapmayacağım dediğin anda da ise; bir başka çeşit teselli sıvısı salgılıyor adeta, bir anda kendini aklayıp, paklıyorsun hatta haklı çıkartıyorsun. Budalalığımızdan kalan, en masum kusurlarımızdır.
6 can, çekildi yeryüzünden geçtiğimiz günlerde, Cudi’de. Tereyağından kıl çeker gibi oldu, hiçbirimiz duymadık onları eksilirken. İlk eksiliş değildi aramızdan. Korkarım ki son da olmayacak. Onlar, "vasati kırk çöp" kıvamında özre gerek duyulmayan birlik beraberlik kurbanı oldular, bir türlü beceremediğimiz beraberliğin kurbanı... Keyifle evlerinde otururken batıdaki beyaz yakalılar, evinde yas tutan aileler vardı. "duygusalolarak bölün(müş)tük gerçekten. Kendi adıma yaşadığım şehri ve içindeki neşeyi yadırgadım ve yabancılaştım. Üzerine bir de okumakta olduğum Ferit Edgü - Hakkâri'de Bir Mevsim, kitabı gelince, daha derinden etkilendim. Dağ başında kendini unutmuş bu adamın öyküsü, bana şehrin ruh yıkıntıları arasında varlığını yitirmiş kalabalığı anımsattı. Anımsamak ne kadar da güzel kelimeymiş, uzun zaman sonra fark ettim şu anda.
Kitabın sonunda; tanınmayan, uzak, o yabancı sevgiliye, filozofa ve dostlara yazılan mektuplar, utandırıyor okuru. Çünkü her biri bize yazılmıştır aslında, zaman içinde elimize rötarlı ulaşmıştır. Buraya eklemeyi ne çok isterim o mektupları, yazarın kendi hayatından bir parçayı anlattığı...
Daha uzun yazmak isterim kitapların içinden. Bir sığınaktır her biri, kendinden kaçıp kurtulmak, kendini bağışlamak isteyenler, kendini çok sevdiği için öfkelenenler için... okumak kadar yazmak da bir sığınaktır, tüm odaların, tarafından tasarlandığı... (tasavvur desek tasarımın mekanik sesindense.) İnsan, sesi çıktığı kadar bağırıp, saklanmak istiyor bazen. Odalarına kapanmak istiyor. Tüm dünya yok olmuş gibi unutmak istiyor varlığı... sert cümleler kurarak dondurmak istiyor. Anladım ki, sertlikte değil maharet, kelimenin zamandaki sessiz ilerleyişinde... birikenler, genişletiyor kalbi, açıyor ve katılığı buharlaştırıyor.
Şiir de aslında bütün bu sebeplerden dolayı hiç ölmüyor. Geçmiş de olsa 21 Mart dünya şiir günü kutlu olsun.