Yaşam ne aldatıcı…
Kendi geçmişinin denizinde boğulunca insan, yeni bir
bedenin geçmişine bürünüyor. Can bulmak ve can vermek arasındaki gidiş
gelişler, bir- iki kişinin kararına kalmış ipi çekilmemişler ve öylece
bekletilen geleceksiz ya da geçmişsiz karanlıklar…
Sabah ilk uyandığımda, gözlerimi açtığımda gördüğüm tavan manzarası. Pencereden odayı işgal eden ışıklar… Ne düşürüm ilk? Uyanmış olmanın bilincine varmak. Uyandığın hayat, sığınacağın şey midir?
Sığınak büyülü bir kelimedir. “Sığınmak”. Çünkü tüm
varlıklar sığıntıdır. Eşyalar, canlılar, bitkiler, hayvanlar, insanlar ve
doğayı tamamlayan her parça, bir sığınma ihtiyacıyla vardır.
Uyanıyoruz ve sığınacak bir şey arıyoruz.
Akşamların ve geceye varan saatlerin ruhumuzda
uyandırdığı sığınma ihtiyacı. Bir ev, bir koltuk, bir kucak, bir koyun, bir
örtü, bir ses, bir koku bir bir bir…
En çok denizleri, en çok yeşilleri, en çok yıldızlı
geceleri sevenler, en çok kendi şaraplarında avunup, en çok kendi tırnaklarıyla
kanatırlar kendilerini.
Gece başımı yastığa koyduğumda, hayatımın içinde var
olanları yokluyorum. Yatağında uyukladığını zannettiğim sevdiklerim, sarındığım
örtüm, yastığım, odam ve tavan…
Bir insana sığınmak, en büyük yalnızlıktır.
Ben, bir yere sığmayan ruhumun, sonsuzluk gibi bir
yere koştuğunu ve onu arzuladığını biliyorum. Ne zaman onu düşüncelerimin
koynuna bıraksam, hep sonsuzluk gibi kapsayıcı ve var eden bir şeyi
sayıkladığını duyuyorum. Ruhum benim, içinden konuşmayı ve benimle küs kalmayı ne
çok seviyor. Bir sır gibi saklıyor içini benden.
Ruhum, sonsuzluğa sığınmak istiyor.
Ruh, bilmediğini, tanımadığını özler ve ister. Onun
sesini duymak, dinlemek, bir anahtar aramak kabarmışlığında, karmaşasında bir
sükunet vadisi sakladığını görmek. O çok sevdiği huzursuzluğa nasıl sarıldığını
ve huzurdan nasıl da korktuğunu bilmek. Çünkü istemiyor. Buradaki huzurun
aldatıcı ve içkin olmadığını biliyor. Bedenime saldığı duygu, o korkunç
ürperti… “alışma huzursuzluğa” ve “sevme huzuru” diye yalvarıyor.
Yarım kalmış bir dün olmamıştır daha dünyada. Sonu
bilinen bir film değildir hayat ki şöyle ortasında kestirebilesin boylu
boyunca. İleri saramazsın ya da durdurmazsın. Hızlıca yaşar bitirirsin ve
plansızlığın mundarlığında, gece gibi örter pişmanlığın kalbini.
Ay gibi gün gün, hafta hafta bölünürsün kendine.
Öncesi ve sonrasısındır tarihinin. Hiç kimsenin kimsesizliği, yalnızlığın ta
kendisi ve güneş gibi yakar ve bulut gibi kapatırsın ateşini.
Dünden geriye ne kaldıysa ruhunda, çatlaklarından
sızan akisler, çağan, çağlayan isyanların… Öylece duruverirsin dünyanın
ortasında yapayalnız. Gelirler, yamalarlar, giderler ve artik dikiş tutmaz yalnızlığın.
Kendi geçmişinin ortasında boğulan pişmanlıkların,
bir başkasının bedenine bürünür ve tokat gibi çarpar aynalardan suratına. Ve kesilir
ve incinir ve kırılır ve kanarsın.
Geçmiş, geçmemiştir zira. Sen, sen olduysan ve
olabildiysen ve arıyorsan hatta kendini, dünler gittikçe uzaklaştıkça senden,
öyle dimdik ama öyle kambur ve öyle mutsuz ve hala umut dolu “belki bir gün,
belki şimdi” diye diye ölene kadar yaşarsın.
Yaşamak, kendi yalnızlığına sarılıp arkadaş olmak ve
sarmak onu ipek kumaşlara ve çeyiz sandığına saklamak ve gömmek kimse görmesin
ve bilmesin diye. Geldiğinde “o” hayatını sardığında, sarmaladığında aklının
bellerini kıskıvrak, ona sunmak. Beraber yalnızlaşmak ve beraber susmak
ölümüne.